Ra'
Forum Koordinatör
- Katılım
- 25 Şubat 2025
- Mesajlar
- 1.450
- Tepkime puanı
- 90
- Puan
- 48
“Gerek tıp, gerekse felsefe «ererek ulaşılabilecek sırlara» sahip olmakla ünlüdür.”
Eliade[1]
Antik zamanlardan bu yana gizemlerin merkezi olarak geçen yerlerden biri de Eleusis’tir. Tibet’le, Delphi’yle, Antik Mısır’la ve daha pek çok bölgeyle ilişkilendirilen, herkese açık olmadığını ve keşfedilmesi gereken bir cevher barındırdığını ima eden “gizem” ifadesi, 21. YY’da yaşayan, böyle merkezlerden uzak küresel kültürümüz için şu an ne ifade etmektedir? “Gizem”denilen şey, halktan saklı bir bilgelik midir? Hem Doğu hem de Batı kültürü karşılaştırmalı olarak çalışıldığında ortaya çıkan sonuç, belli yerlerle ilişkilendirilmiş bu kavramın insanlıktan saklanan belli bir bilgelik olduğundan ziyade, bir iç bilgeliğin uyanması için gerekli koşulların sağlandığı merkezler olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bilgelik, bahşedilen, verilen ya da saklanan bir tür teorik bilgi değil, yaşama dair edinilmesi ve kazanılması gereken bir tamlık hâlidir. Bu açıdan bakıldığında, ulaşılması ve tırmanılması gereken bir yokuş gibi, ilkbaharda yavaşça açan bir çiçek gibi gerekli güneş ışığı ve sulak ortamda ancak açabilecek bir iç bilgeliğin uyanması, belli koşulların sağlanması ile mümkündü. Günümüzde neden yoktur? Belki de vardır ve farkında değilizdir. Sonuçta Mevlana’nın da dediği gibi “ arayanlar bulamaz ancak bulanlar arayanlardır.”
Bu merkezlerdeki bu içsel uyanışı canlandıracak nitelikteki belli yoğun semboller içeren uygulamalar, günümüzde gizemini korumaktadır. Ancak genişleyen ve bilgeliğe doğru yavaşça açılan belli içsel aşamaların sağlanmasını amaçlayan bu uygulamalar, inisiyatik tecrübe kazanımlarına yönelikti ve kendi varlıklarını olmasa da bazı izlerini günümüze kadar ulaştırabilmişlerdir. Bu uygulamalar tıpkı düzenli terapi süreci içerisine girmiş bir danışanın yaşadığı karanlıktan aydınlığa doğru bilişsel bir genişleme tecrübesi edinmesi gibi, ama muhtemelen daha derin bir çizgiyle, kendini “erginlenme aşamaları” olarak göstermektedirler. Mircae Eliade, antik uygarlıklarla ilgili çalışmalarında bu erginlenmeye pek çok yerde referans yapar[2] ve aynı şekilde Joseph Campbell’in de farklı kültürlerin mitolojilerini çalışırken erginlenme aşamasının mitik yerine yaptığı referanslar[3] ile ilişkilendirdiğimizde, bu tür merkezlerdeki uygulamalar insani açıdan bir anlam kazanmaya başlar. Buralarda kişi, içsel bilgeliğini uyandırmayı amaçlayan ve yer yer zorluklar barındıran belli törensel eylemlerde bulunarak kendi içsel dönüşümünü yaratır.
“Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim
Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim
Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim,
Ama senden başka kimse duymayacak,
Kimse anlamayacak.”
Şems Tebrizi
Tıpkı bu dizelerde olduğu gibi, insanın kendini tanıması ve gerçek benliğini açığa çıkarması yolundaki iç yolculuğunun aşamaları, her ne kadar duymaya kapalı kulaklara açıklıkla aktarılırsa aktarılsın anlaşılamayacaktır. Bu sebepledir ki, bilinç durumu genişlemeden belli şeyler aktarılamaz, alıcısı yoktur ya da yanlış anlaşılması çok muhtemel olacağından bilgelik, ancak onu kazanan kulaklar, o da duymaya hazır oldukça açılan bir gizem gibi gösterir yer yüzünde kendini.
Eleusis açısından da işte böyle bir merkez olması söz konusudur. Demeter mitinin derin sembolik anlamlarını içeren ve bu anlamların insanın dönüşümüne aracılık ettiği bir merkez olan bu yere Antik Yunan’ın farklı yerlerinden kişiler gelirdi. İnsanın kendine dair bu bilgelik sırlarına ermesi o zamanlar yaşamsallığın merkezi niteliğindeydi. Mircae Eliade’nin de dediği gibi, “Bütün büyük sırlar ve keşifler (tarım, madencilik, çeşitli teknikler, sanatlar vb.) başlangıcında sırları gerektiriyordu: işlerin başarısını yalnız meslek sırlarına «erenlerin» başaracağı düşünülüyordu.” [4] Tarihteki birçok felsefe okulları için de bu tarz gizemleri barındırma özelliği mevcuttu özellikle Pitagoras’ın Kroton Okulu buna örnek verilebilir.[5]
Kişi iç olarak belli zorluklar ve elverişli şartlarla güçlendiğinde, kendine özgü bilgeliğini ortaya koyacak olan içsel doğasını güçlendirdiğinde, iyi bir karakter inşası ile içerden, yaşamın en yüzeysel kısmına doğru yayılan bir yaşamsallık buluyordu. Bu yaşamsallık, o günün her türlü yaşamsal alanına anlam katıyordu. Bugünün teknik detayları, akademik ve kariyer odaklı sınamaları ile donanmış olan bizlerin yaşamı için, hayatın bu basit gerçeği, sadece tarihin tozlu sayfalarından yabancı bir bakışla bize göz kırpıyor olabilir. Ama tarihi büyük harflerle yazan kişilerin de ancak böyle bir iç güçle donanmış olduğu fikri de günümüzün en keskin paradigmalarından birini yaratır.
ARKETİPSEL İMGELER OLARAK TANRI-TANRIÇALAR VE MİTİK HİKÂYELERİ
Demeter’in mitini derin bir arketipsel anlamla buluşturmaya çalışacağımız bu araştırmada, mitolojinin ardındaki bu ruhsallık ilişkisini kavramak için ilk referans noktası olarak Carl Gustav Jung’un arketipler kavramını açmamız gerekmektedir çünkü bu yöndeki çalışmaların hepsi, Jung’tan köken alır. Jung, mitik hikâyeleri ve benzer şekilde masalları da sembolik birer ruhsal anahtar olarak yorumlamak konusunda bizi arketip kavramı ile tanıştırarak yönlendirir. Çünkü der ki “Ussal ve us dışı doğruluğun sanattan çok kendi başına simgede bulunabileceğini düşünüyorum çünkü simge kendi varlığı içinde iki yanı, hem ussalı hem de us dışını içerir.”[6] Us dışı yani, bilinç dışı olanla, mitik öykü ve hikâyelerimizin aktarımları ile temas ederiz. Bilinç dışında olanla temas insanın bütünsel varlığı açısından önemlidir çünkü Jung’a göre bilinç dışı, sadece karanlık tarafımızı değil, ulaşmamız gereken içsel potansiyellerimize ışık tutan arketipleri de içerir. “Bilinç dışının “bilinçaltı” diye adlandırılması ne kadar yanlıştır. Bilinç dışı yalnızca bilicin altında değil, üstündedir de, hatta o kadar üstündedir ki kahramanımızın ona ulaşması için bir hayli tırmanması gerekir.”[7] diyerek mitler ve hikâyeler aracılığı ile “ilksel örnek, Apriori bilgi, Platon’un ideaları, her şeyin bilinç öncesindeki ilk ilkesi”anlamlarına gelen arketipsel kavramlarla kendi bütünsel varlığımıza bir yolculuk yapmamız için bizi teşvik eder. Eleusis Gizemlerini araştırmış olan Carl Kerenyi de “Eleusis tanrılarının «arketipik imgeler» olarak sayılmaları gereklidir.” diyerek Jung’un bu yaklaşımını referans alarak çalışmasını ortaya koyar.[8]
Joseph Campbell “Mitler insanın ruhani potansiyeline giden ipuçlarıdır.” diyerek, Demeter mitinde de çalışılacak olan, Eleusis gizemlerinin üzerine inşa edildiği konunun derinliğinin aslında insanın potansiyelini ortaya koyan bir yaklaşım olabileceğine bizi inandırır. “Mitolojinin simgeleri üretilemez, talep edilemez, uydurulamaz ya da kalıcı biçimde bastırılamazlar. Onlar ruhun kendiliğinden oluşan ürünleridir ve her biri kaynağının tohumunu gücü bozulmamış olarak içinde barındırır.”[9] diyerek de bilinç dışımızla mitoloji aracılığıyla nasıl temas edebildiğimiz konusunda bizi yine Jung’un yaklaşımına yakınlaştırır.
Eleusis’i tüm anlamsal mitik bütünlüğü içinde anlamak yine de bizler için biraz gizemli ve örtülü bir konu olacaktır. Çünkü yaşadığımız dönemin kendi kısıtlı kavramsallığı içerisinden bakarak, sadece entellektüel bir düşünce yapısını değil, bir tür “yaşantısallık tecrübesini” anlamlandırmaya çalışmaktayız. Tıpkı Joseph Campbell ve Moyers’in diyaloğundaki Şinto rahibinin hikâyesinde olduğu gibi: “New York’lu bir sosyolog, bir şinto rahibine “Pek çok seromoninize katıldım ve tapınaklarınızı gördüm. İdeolojinizi anlamıyorum. Teolojinizi anlamıyorum.” dediğinde şinto rahibi: “İdeolojimiz yok. Teolojimiz yok. Biz dans ediyoruz.”[10] demesi gibidir. Onlar Eleusis’te dans ettiler… Bizse ancak, onların ideoloji ve teolojilerine anlam vermekten bahsedebiliriz.
ELEUSİS TARİHÇESİ
İmparator Julianus, son olarak bir Eleusis rahibini resmi görevlendirdi. Bu dönemden sonra Eleusis kültürü, tarih sayfalarından silindi. Bu sebeple de Julianus, kutlamalara katılan son imparator olarak bilindi. Eleusis bölgesi önceden Saisaria olarak bilinirdi. Eleusis’in anlamı “yer altı-mutlu varış yeri” iken Saisaria da “sırıtan yer altı tanrıçası” anlamına gelmekteydi. MÖ 1580 – 1500 yılları arasında Saisaria diye bilinen bu yerde gizem mabedi terk edilmiş olarak bulunup işgal edildi ve Eleusis kültünün bu şekilde başlamış olduğu tahmin edilir. Girit’ten gelen Demeter’in buradaki “ilk gizemlerin kurucusu” olduğu söylenir. Bu da gizemlerin Girit’ten gelmiş olabileceği fikrini öne atar. Buradan da anlaşılabileceği üzere, Eleusis, 2000 yıllık bir tarihi içinde barındırır ve başlangıcı da süregelişi kadar sır kalmıştır. Eleusis’te kazılmış en eski yerleşim yeri ve gizem mabedi burada bulunmuş olan Demeter’e atfedilen bu mabettir. MS 1. YY’da buradaki kültürün dönüştürücü özelliği yavaş yavaş bozulmaya başladı ancak onda bile imparator Neron’u Eleusis gizemlerine kabul etmediler. Yani bir kişiyi unvanından dolayı, gizemlerle tanıştıracak kadar da hiçbir zaman dışrak bir hâle gelmedi. En bozulmuş formu bile, içselliğini ve derinliğini yeterince korumaktaydı. MS 396 yılında Got Kralı Alaric burada erginlendi. Aescylus, tragedya türünün babası kabul edilebilecek kişi de burada kabul edildi. Hatta onun Eleusis’in gizemlerinde erginlenme amaçlı kullanılan bir yöntem olan tragedya’yı halka açması ile bu üne kavuştuğu bilinmektedir. Hadrianus, Antonius Pius ve Marcus Aurelius, Eleusis’i desteklediler ve bu alandaki köprüyü direk Eleusis’e taşıdılar. Son Eleusis rahibinin kehaneti “Mabet yıkılacak ve Yunanistan son bulacak. Bu da benim dönemimde olacak.” şeklindeydi ve buradan da o dönemde Eleusis’e verilen önemi ve anlamı anlayabiliyoruz: Yunanistan’ın varoluşunun ve yaşamsallığının kaynağı, onun gizemlerle ilişkisinde yatıyordu. Bu ilişki koparsa, önce içrek olarak ve sonra bunun da sonucu olarak bir ülkenin öleceğini düşünüyorlardı. Eleusis’in somut olarak sonunu getiren hareket ise, Perslerin Salamis savaşı bitiminde Yunan’dan çekilirken, Eleusis’i ateşe vermeleri oldu.
ELEUSİS GİZEMLERİNİ BAŞLATAN MİT
“Fakat libido kendini çözmeyi başarır ve üst dünyaya itilirse, bir mucize gerçekleşir.
Yeraltına yolculuk bir gençlik pınarına dönüşür ve bu aşikâr ölümden yeni bir bereket doğar.”
Jung
Pek çok versiyonun bir kombinasyonu ile anlamaya çalışacağımız mitlerin ilki avcı Iasios ve aşkı Demeter’in mitidir. Üç kez sürülmüş tarla Krete’de, birbirlerine âşık bu çift birlikte oldular. Iasios anlam olarak “Canlıları yakalayan” demektir ve yeraltı efendisi Zagreos ile ilişkilidir. Zeus Iasios’u şimşekle vurur ancak bu ilişkiden Ploutos «zenginlik» doğar. Demeter, doğa ananın aşkı, doğanın zenginliğini doğurmuştur. Ancak bu aşk, çok enteresan bir benzerlikle yeraltına duyulan aşktır. Yani Persephone’nin yeraltı Tanrısı Hades ile olan aşkı gibi. Yeraltına duyulan aşk, kişinin kendi içrek labirenti ve bilinç dışı ile ilişkili olduğundan, bu içsellikten doğacak bereketin anlamına derin bir referans yapar.
İkinci bir mit, Poseidon ve Demeter’i konu alır. Poseidon aygıra dönüşür, Demeter kısrağa; ahırda saklanır. Birleşmelerinden bir at doğar-Arion. Bu birleşme Demeter’in isteği dışında gerçekleşmiştir. Tıpkı kızının yeraltına “kaçırılması” gibi. Bu andan sonra artık Demeter, kızgınlığından iki isimle kendini anar- Erinys(öfke) ve Losia. Bu mitteyse bazen aşkla değil, “kaçırılma ile” doğan bir ilişki konu alınmış olur. Annesinin hikâyesindeki bu yaşantı, Persephone’nin kaçırılmasını anlamamız açısından bir altyapı oluşurabilecek niteliktedir.
Buradan da artık Persephone ile ilişkili mitlere geçiş yapmaktayız.
Annesi Demeter’dir, doğa ana ve diğer bir açıdan da annesi Eleusinia’dır yani Gizem. Babası ise büyük Tanrı, iradenin temsili Zeus’tur. Nysa çayırında çiçek toplarken kaçırılır. Nysa çayırı aynı zamanda bilgelikten gelen coşkun vecd hâlinin ve aşkın temsili olan Dyonisos’un da doğum yeridir. Hades, yeraltı tanrısı yeryüzün yararak çıkar ve Persephone’yi kaçırarak yeryüzünde uzun bir tur atar. Bu kaçırılma içsel olarak “bilinçsiz bir cezbedilmeye” denk gelir. Bazen hayatın bizi bilinçsiz anlarda yakalayıp bir acı vasıtasıyla bu dünyadan bilinçaltına doğru bir yolculuk yapmamıza teşvik etmesi ve bundaki gönülsüzlüğümüzü aktarır.
Eleusis yakınlarındaki Kephisos nehri kenarına gelir ve buradaki incir ağacından yeraltına girerler. Erineos yani buradaki incir ağacından dolayı bu bölge bu ismi (Erineos) alır. O mit gereği de incir ağacı hep yeraltına girişi sembolize eder olmuştur. İlginç bir ilişkilendirme ile Dyonisos’un maskesi de bu ağaçtan yapılmadır. O tiyatral erginlenmenin, bilgeliğin en karanlık sırlarının incir ağacı ile ilişkilendirilmesini bir kez daha teyit etmiş olur mitik dil. Kızı yeraltına kaçırılan, üzgün doğa anne Demeter’in hikâyesi artık başka bir hikâyeye dönüşür.
Demeter kızına ne olduğunu bilemeden, yıkanmaz, yemez, yasa girer. İki yanan meşale ile dokuz gün kızını arar. Ateşin, gizemlerin ve yerlatının eşlikçi yol gösterici gücü Tanrıça Hekate ise olanları görmemiştir ama duymuştur, meşale ile Demeter’e yardıma gelir. Helios, Güneş Tanrısı olanları görmüş ve duymuştur, ondan durumu öğrenirler. Yasa giren Demeter, Eleusis’te kuyu başına gelir. Bu kuyu son derece sembolik olup, bakire kuyusu, çiçek kuyusu (derinlerde oluşan çiçeklenme) anlamındaki Anthion ve Güzel Danslar kuyusu anlamına gelen Kallikhoron adlarını alır. Kuyu, masallarda ve mitlerde karşımıza “insanın kendi iç derinliği, karanlığı, mağarası, yeraltı” sembolleri ile çıkar. Burada da benzerdir. İç kuyusuna dönmüş ve oradan çiçekler doğuracak olan Demeter’in geçmesi gereken yasın simgesidir. Bu kuyu yerine diğer versiyonda kaya üstüne oturur, gülmeden yoksun kaya (agelastos petra), ki bu kaya da Theseus’un labirente girmeden önce oturduğu kaya’dır. Dolayısıyla yeraltını, insanın maddi “kaya” varlığını simgeleyen başka bir kuyu sembolüdür.
Bu kuyunun ya da kayanın başında kılık değiştirerek yasa giren Demeter, Keleos Sarayı’ndan davet alır. Dört kız, anneleri Metaneira ve bir oğlan kardeşleri olan sarayda yaşayan bu aile, Demeter’in bebek oğlana bakma konusunda yardımcı olabileceğini düşünürler. Saraya geldiğinde Demeter ilk olarak peçesini açar sonra kurban derisi üzerine oturur ve belirgin bir şekilde yas tutar. Sarayda lambe’nin şakaları ile hüzün neşeye döndürülmeye çalışılır. Şarap ikram ederler ve reddeder, bu da Dyonisos kültü aksine başka bir kült başlatıldığını simgeler. Yani bu içsel aşama, gülme, neşe ya da vecd coşkunluğundan da başka bir enerji talep etmektedir. Kykeon talep eder, bu karışım arpa-su-nane’den oluşur ve ondan sonra Demeter’in enerjisine atfedilen sembolik içkiye dönüşür. Bu ikram, kutsal bir kap’ta gerçekleşir ve yasa ara verilir. Kutsal kap da daha sonraları başka mitlerde de kullanılan, rahmin, dişil enerjinin, bilgelik kabının sembolü hâline gelir. Demeter saraydaki oğlan çocuğu Demophoon’a bakım görevini ister. Fakat her gece bebeği özel bir şekilde merhemleyerek ateşe atar. Amacı onu ölümsüz kılmaktır. Burada bilgelik ateşinin insanı iç olarak güçlendirdiğine bir sembolik referans vardır. Bu aynı zamanda bizi, Antik Mısır’daki İsis’in oğlu Horus’u bataklıkta büyütmesindekine benzer bir mitik şemayla karşı karşıya bırakır. Bu anneliğin içsel gücünün yumuşaklık ve kendini merhamet gibi gösteren bir sahiplenme zayıflığından gelmediği, bebeği içsel büyümeye doğru “ateşe atmak” “çamurlarda yetiştirmekten” geldiği derin annelik gizemlerine de bir referanstır. Bir gün bunu gören bebeğin annesi, Demeter’in de Tanrıça olduğunu bilmeksizin çocuğuna zarar geldiğini sanarak isyan eder. Demeter’in şu ifadeleri mitin bu aşamasında mabeti kurdurtan güçlü sözleridir:
“Ey siz cahil ölümlüler ve düşüncesizler: teşebbüslerin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilmeyen sizler!” Bundan sonra enerjisini yeryüzünden çekeceğini söyleyerek, kuyu üstüne bir tapınak yapılmasını emreder. Artık insanlık kendi iç cehennemine inerek, kendi çabasıyla bahşedilmeyecek olan bilgeliği kazanmalıdır. Dünyadan yaşamı çeker ve kışı getirir. Ekinler ürün vermez, soğuk tüm dünyayı buza çevirir. Tanrılar bile yasa girer ve hiçbir kurban kabul etmezler. Çok uzun süren kışın büyüsünü, aracı Tanrı, Hermes’in yeraltına girmesi bozar. Hades izin verir ve Hermes yeryüzüne çıkarır Kore’yi. Ancak Yeraltı’na aittir artık Persephone’nin bir yanı, çünkü nar yemiştir yer altında. Bu da yılın altı ayını yeryüzünde, altı ayını yeraltı kraliçesi olarak yer altında geçireceği anlamına gelir. Mevsimlerin döngüsünü dişil doğanın bu ikili yüzü belirler. Her geçişte Hekate ona yol gösterir, yeraltında ona meşalesiyle yoldaşlık eder.
Eliade[1]
Antik zamanlardan bu yana gizemlerin merkezi olarak geçen yerlerden biri de Eleusis’tir. Tibet’le, Delphi’yle, Antik Mısır’la ve daha pek çok bölgeyle ilişkilendirilen, herkese açık olmadığını ve keşfedilmesi gereken bir cevher barındırdığını ima eden “gizem” ifadesi, 21. YY’da yaşayan, böyle merkezlerden uzak küresel kültürümüz için şu an ne ifade etmektedir? “Gizem”denilen şey, halktan saklı bir bilgelik midir? Hem Doğu hem de Batı kültürü karşılaştırmalı olarak çalışıldığında ortaya çıkan sonuç, belli yerlerle ilişkilendirilmiş bu kavramın insanlıktan saklanan belli bir bilgelik olduğundan ziyade, bir iç bilgeliğin uyanması için gerekli koşulların sağlandığı merkezler olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bilgelik, bahşedilen, verilen ya da saklanan bir tür teorik bilgi değil, yaşama dair edinilmesi ve kazanılması gereken bir tamlık hâlidir. Bu açıdan bakıldığında, ulaşılması ve tırmanılması gereken bir yokuş gibi, ilkbaharda yavaşça açan bir çiçek gibi gerekli güneş ışığı ve sulak ortamda ancak açabilecek bir iç bilgeliğin uyanması, belli koşulların sağlanması ile mümkündü. Günümüzde neden yoktur? Belki de vardır ve farkında değilizdir. Sonuçta Mevlana’nın da dediği gibi “ arayanlar bulamaz ancak bulanlar arayanlardır.”
Bu merkezlerdeki bu içsel uyanışı canlandıracak nitelikteki belli yoğun semboller içeren uygulamalar, günümüzde gizemini korumaktadır. Ancak genişleyen ve bilgeliğe doğru yavaşça açılan belli içsel aşamaların sağlanmasını amaçlayan bu uygulamalar, inisiyatik tecrübe kazanımlarına yönelikti ve kendi varlıklarını olmasa da bazı izlerini günümüze kadar ulaştırabilmişlerdir. Bu uygulamalar tıpkı düzenli terapi süreci içerisine girmiş bir danışanın yaşadığı karanlıktan aydınlığa doğru bilişsel bir genişleme tecrübesi edinmesi gibi, ama muhtemelen daha derin bir çizgiyle, kendini “erginlenme aşamaları” olarak göstermektedirler. Mircae Eliade, antik uygarlıklarla ilgili çalışmalarında bu erginlenmeye pek çok yerde referans yapar[2] ve aynı şekilde Joseph Campbell’in de farklı kültürlerin mitolojilerini çalışırken erginlenme aşamasının mitik yerine yaptığı referanslar[3] ile ilişkilendirdiğimizde, bu tür merkezlerdeki uygulamalar insani açıdan bir anlam kazanmaya başlar. Buralarda kişi, içsel bilgeliğini uyandırmayı amaçlayan ve yer yer zorluklar barındıran belli törensel eylemlerde bulunarak kendi içsel dönüşümünü yaratır.
“Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim
Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim
Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim,
Ama senden başka kimse duymayacak,
Kimse anlamayacak.”
Şems Tebrizi
Tıpkı bu dizelerde olduğu gibi, insanın kendini tanıması ve gerçek benliğini açığa çıkarması yolundaki iç yolculuğunun aşamaları, her ne kadar duymaya kapalı kulaklara açıklıkla aktarılırsa aktarılsın anlaşılamayacaktır. Bu sebepledir ki, bilinç durumu genişlemeden belli şeyler aktarılamaz, alıcısı yoktur ya da yanlış anlaşılması çok muhtemel olacağından bilgelik, ancak onu kazanan kulaklar, o da duymaya hazır oldukça açılan bir gizem gibi gösterir yer yüzünde kendini.
Eleusis açısından da işte böyle bir merkez olması söz konusudur. Demeter mitinin derin sembolik anlamlarını içeren ve bu anlamların insanın dönüşümüne aracılık ettiği bir merkez olan bu yere Antik Yunan’ın farklı yerlerinden kişiler gelirdi. İnsanın kendine dair bu bilgelik sırlarına ermesi o zamanlar yaşamsallığın merkezi niteliğindeydi. Mircae Eliade’nin de dediği gibi, “Bütün büyük sırlar ve keşifler (tarım, madencilik, çeşitli teknikler, sanatlar vb.) başlangıcında sırları gerektiriyordu: işlerin başarısını yalnız meslek sırlarına «erenlerin» başaracağı düşünülüyordu.” [4] Tarihteki birçok felsefe okulları için de bu tarz gizemleri barındırma özelliği mevcuttu özellikle Pitagoras’ın Kroton Okulu buna örnek verilebilir.[5]
Kişi iç olarak belli zorluklar ve elverişli şartlarla güçlendiğinde, kendine özgü bilgeliğini ortaya koyacak olan içsel doğasını güçlendirdiğinde, iyi bir karakter inşası ile içerden, yaşamın en yüzeysel kısmına doğru yayılan bir yaşamsallık buluyordu. Bu yaşamsallık, o günün her türlü yaşamsal alanına anlam katıyordu. Bugünün teknik detayları, akademik ve kariyer odaklı sınamaları ile donanmış olan bizlerin yaşamı için, hayatın bu basit gerçeği, sadece tarihin tozlu sayfalarından yabancı bir bakışla bize göz kırpıyor olabilir. Ama tarihi büyük harflerle yazan kişilerin de ancak böyle bir iç güçle donanmış olduğu fikri de günümüzün en keskin paradigmalarından birini yaratır.
ARKETİPSEL İMGELER OLARAK TANRI-TANRIÇALAR VE MİTİK HİKÂYELERİ
Demeter’in mitini derin bir arketipsel anlamla buluşturmaya çalışacağımız bu araştırmada, mitolojinin ardındaki bu ruhsallık ilişkisini kavramak için ilk referans noktası olarak Carl Gustav Jung’un arketipler kavramını açmamız gerekmektedir çünkü bu yöndeki çalışmaların hepsi, Jung’tan köken alır. Jung, mitik hikâyeleri ve benzer şekilde masalları da sembolik birer ruhsal anahtar olarak yorumlamak konusunda bizi arketip kavramı ile tanıştırarak yönlendirir. Çünkü der ki “Ussal ve us dışı doğruluğun sanattan çok kendi başına simgede bulunabileceğini düşünüyorum çünkü simge kendi varlığı içinde iki yanı, hem ussalı hem de us dışını içerir.”[6] Us dışı yani, bilinç dışı olanla, mitik öykü ve hikâyelerimizin aktarımları ile temas ederiz. Bilinç dışında olanla temas insanın bütünsel varlığı açısından önemlidir çünkü Jung’a göre bilinç dışı, sadece karanlık tarafımızı değil, ulaşmamız gereken içsel potansiyellerimize ışık tutan arketipleri de içerir. “Bilinç dışının “bilinçaltı” diye adlandırılması ne kadar yanlıştır. Bilinç dışı yalnızca bilicin altında değil, üstündedir de, hatta o kadar üstündedir ki kahramanımızın ona ulaşması için bir hayli tırmanması gerekir.”[7] diyerek mitler ve hikâyeler aracılığı ile “ilksel örnek, Apriori bilgi, Platon’un ideaları, her şeyin bilinç öncesindeki ilk ilkesi”anlamlarına gelen arketipsel kavramlarla kendi bütünsel varlığımıza bir yolculuk yapmamız için bizi teşvik eder. Eleusis Gizemlerini araştırmış olan Carl Kerenyi de “Eleusis tanrılarının «arketipik imgeler» olarak sayılmaları gereklidir.” diyerek Jung’un bu yaklaşımını referans alarak çalışmasını ortaya koyar.[8]
Joseph Campbell “Mitler insanın ruhani potansiyeline giden ipuçlarıdır.” diyerek, Demeter mitinde de çalışılacak olan, Eleusis gizemlerinin üzerine inşa edildiği konunun derinliğinin aslında insanın potansiyelini ortaya koyan bir yaklaşım olabileceğine bizi inandırır. “Mitolojinin simgeleri üretilemez, talep edilemez, uydurulamaz ya da kalıcı biçimde bastırılamazlar. Onlar ruhun kendiliğinden oluşan ürünleridir ve her biri kaynağının tohumunu gücü bozulmamış olarak içinde barındırır.”[9] diyerek de bilinç dışımızla mitoloji aracılığıyla nasıl temas edebildiğimiz konusunda bizi yine Jung’un yaklaşımına yakınlaştırır.
Eleusis’i tüm anlamsal mitik bütünlüğü içinde anlamak yine de bizler için biraz gizemli ve örtülü bir konu olacaktır. Çünkü yaşadığımız dönemin kendi kısıtlı kavramsallığı içerisinden bakarak, sadece entellektüel bir düşünce yapısını değil, bir tür “yaşantısallık tecrübesini” anlamlandırmaya çalışmaktayız. Tıpkı Joseph Campbell ve Moyers’in diyaloğundaki Şinto rahibinin hikâyesinde olduğu gibi: “New York’lu bir sosyolog, bir şinto rahibine “Pek çok seromoninize katıldım ve tapınaklarınızı gördüm. İdeolojinizi anlamıyorum. Teolojinizi anlamıyorum.” dediğinde şinto rahibi: “İdeolojimiz yok. Teolojimiz yok. Biz dans ediyoruz.”[10] demesi gibidir. Onlar Eleusis’te dans ettiler… Bizse ancak, onların ideoloji ve teolojilerine anlam vermekten bahsedebiliriz.
ELEUSİS TARİHÇESİ
İmparator Julianus, son olarak bir Eleusis rahibini resmi görevlendirdi. Bu dönemden sonra Eleusis kültürü, tarih sayfalarından silindi. Bu sebeple de Julianus, kutlamalara katılan son imparator olarak bilindi. Eleusis bölgesi önceden Saisaria olarak bilinirdi. Eleusis’in anlamı “yer altı-mutlu varış yeri” iken Saisaria da “sırıtan yer altı tanrıçası” anlamına gelmekteydi. MÖ 1580 – 1500 yılları arasında Saisaria diye bilinen bu yerde gizem mabedi terk edilmiş olarak bulunup işgal edildi ve Eleusis kültünün bu şekilde başlamış olduğu tahmin edilir. Girit’ten gelen Demeter’in buradaki “ilk gizemlerin kurucusu” olduğu söylenir. Bu da gizemlerin Girit’ten gelmiş olabileceği fikrini öne atar. Buradan da anlaşılabileceği üzere, Eleusis, 2000 yıllık bir tarihi içinde barındırır ve başlangıcı da süregelişi kadar sır kalmıştır. Eleusis’te kazılmış en eski yerleşim yeri ve gizem mabedi burada bulunmuş olan Demeter’e atfedilen bu mabettir. MS 1. YY’da buradaki kültürün dönüştürücü özelliği yavaş yavaş bozulmaya başladı ancak onda bile imparator Neron’u Eleusis gizemlerine kabul etmediler. Yani bir kişiyi unvanından dolayı, gizemlerle tanıştıracak kadar da hiçbir zaman dışrak bir hâle gelmedi. En bozulmuş formu bile, içselliğini ve derinliğini yeterince korumaktaydı. MS 396 yılında Got Kralı Alaric burada erginlendi. Aescylus, tragedya türünün babası kabul edilebilecek kişi de burada kabul edildi. Hatta onun Eleusis’in gizemlerinde erginlenme amaçlı kullanılan bir yöntem olan tragedya’yı halka açması ile bu üne kavuştuğu bilinmektedir. Hadrianus, Antonius Pius ve Marcus Aurelius, Eleusis’i desteklediler ve bu alandaki köprüyü direk Eleusis’e taşıdılar. Son Eleusis rahibinin kehaneti “Mabet yıkılacak ve Yunanistan son bulacak. Bu da benim dönemimde olacak.” şeklindeydi ve buradan da o dönemde Eleusis’e verilen önemi ve anlamı anlayabiliyoruz: Yunanistan’ın varoluşunun ve yaşamsallığının kaynağı, onun gizemlerle ilişkisinde yatıyordu. Bu ilişki koparsa, önce içrek olarak ve sonra bunun da sonucu olarak bir ülkenin öleceğini düşünüyorlardı. Eleusis’in somut olarak sonunu getiren hareket ise, Perslerin Salamis savaşı bitiminde Yunan’dan çekilirken, Eleusis’i ateşe vermeleri oldu.
ELEUSİS GİZEMLERİNİ BAŞLATAN MİT
“Fakat libido kendini çözmeyi başarır ve üst dünyaya itilirse, bir mucize gerçekleşir.
Yeraltına yolculuk bir gençlik pınarına dönüşür ve bu aşikâr ölümden yeni bir bereket doğar.”
Jung
Pek çok versiyonun bir kombinasyonu ile anlamaya çalışacağımız mitlerin ilki avcı Iasios ve aşkı Demeter’in mitidir. Üç kez sürülmüş tarla Krete’de, birbirlerine âşık bu çift birlikte oldular. Iasios anlam olarak “Canlıları yakalayan” demektir ve yeraltı efendisi Zagreos ile ilişkilidir. Zeus Iasios’u şimşekle vurur ancak bu ilişkiden Ploutos «zenginlik» doğar. Demeter, doğa ananın aşkı, doğanın zenginliğini doğurmuştur. Ancak bu aşk, çok enteresan bir benzerlikle yeraltına duyulan aşktır. Yani Persephone’nin yeraltı Tanrısı Hades ile olan aşkı gibi. Yeraltına duyulan aşk, kişinin kendi içrek labirenti ve bilinç dışı ile ilişkili olduğundan, bu içsellikten doğacak bereketin anlamına derin bir referans yapar.
İkinci bir mit, Poseidon ve Demeter’i konu alır. Poseidon aygıra dönüşür, Demeter kısrağa; ahırda saklanır. Birleşmelerinden bir at doğar-Arion. Bu birleşme Demeter’in isteği dışında gerçekleşmiştir. Tıpkı kızının yeraltına “kaçırılması” gibi. Bu andan sonra artık Demeter, kızgınlığından iki isimle kendini anar- Erinys(öfke) ve Losia. Bu mitteyse bazen aşkla değil, “kaçırılma ile” doğan bir ilişki konu alınmış olur. Annesinin hikâyesindeki bu yaşantı, Persephone’nin kaçırılmasını anlamamız açısından bir altyapı oluşurabilecek niteliktedir.
Buradan da artık Persephone ile ilişkili mitlere geçiş yapmaktayız.
Annesi Demeter’dir, doğa ana ve diğer bir açıdan da annesi Eleusinia’dır yani Gizem. Babası ise büyük Tanrı, iradenin temsili Zeus’tur. Nysa çayırında çiçek toplarken kaçırılır. Nysa çayırı aynı zamanda bilgelikten gelen coşkun vecd hâlinin ve aşkın temsili olan Dyonisos’un da doğum yeridir. Hades, yeraltı tanrısı yeryüzün yararak çıkar ve Persephone’yi kaçırarak yeryüzünde uzun bir tur atar. Bu kaçırılma içsel olarak “bilinçsiz bir cezbedilmeye” denk gelir. Bazen hayatın bizi bilinçsiz anlarda yakalayıp bir acı vasıtasıyla bu dünyadan bilinçaltına doğru bir yolculuk yapmamıza teşvik etmesi ve bundaki gönülsüzlüğümüzü aktarır.
Eleusis yakınlarındaki Kephisos nehri kenarına gelir ve buradaki incir ağacından yeraltına girerler. Erineos yani buradaki incir ağacından dolayı bu bölge bu ismi (Erineos) alır. O mit gereği de incir ağacı hep yeraltına girişi sembolize eder olmuştur. İlginç bir ilişkilendirme ile Dyonisos’un maskesi de bu ağaçtan yapılmadır. O tiyatral erginlenmenin, bilgeliğin en karanlık sırlarının incir ağacı ile ilişkilendirilmesini bir kez daha teyit etmiş olur mitik dil. Kızı yeraltına kaçırılan, üzgün doğa anne Demeter’in hikâyesi artık başka bir hikâyeye dönüşür.
Demeter kızına ne olduğunu bilemeden, yıkanmaz, yemez, yasa girer. İki yanan meşale ile dokuz gün kızını arar. Ateşin, gizemlerin ve yerlatının eşlikçi yol gösterici gücü Tanrıça Hekate ise olanları görmemiştir ama duymuştur, meşale ile Demeter’e yardıma gelir. Helios, Güneş Tanrısı olanları görmüş ve duymuştur, ondan durumu öğrenirler. Yasa giren Demeter, Eleusis’te kuyu başına gelir. Bu kuyu son derece sembolik olup, bakire kuyusu, çiçek kuyusu (derinlerde oluşan çiçeklenme) anlamındaki Anthion ve Güzel Danslar kuyusu anlamına gelen Kallikhoron adlarını alır. Kuyu, masallarda ve mitlerde karşımıza “insanın kendi iç derinliği, karanlığı, mağarası, yeraltı” sembolleri ile çıkar. Burada da benzerdir. İç kuyusuna dönmüş ve oradan çiçekler doğuracak olan Demeter’in geçmesi gereken yasın simgesidir. Bu kuyu yerine diğer versiyonda kaya üstüne oturur, gülmeden yoksun kaya (agelastos petra), ki bu kaya da Theseus’un labirente girmeden önce oturduğu kaya’dır. Dolayısıyla yeraltını, insanın maddi “kaya” varlığını simgeleyen başka bir kuyu sembolüdür.
Bu kuyunun ya da kayanın başında kılık değiştirerek yasa giren Demeter, Keleos Sarayı’ndan davet alır. Dört kız, anneleri Metaneira ve bir oğlan kardeşleri olan sarayda yaşayan bu aile, Demeter’in bebek oğlana bakma konusunda yardımcı olabileceğini düşünürler. Saraya geldiğinde Demeter ilk olarak peçesini açar sonra kurban derisi üzerine oturur ve belirgin bir şekilde yas tutar. Sarayda lambe’nin şakaları ile hüzün neşeye döndürülmeye çalışılır. Şarap ikram ederler ve reddeder, bu da Dyonisos kültü aksine başka bir kült başlatıldığını simgeler. Yani bu içsel aşama, gülme, neşe ya da vecd coşkunluğundan da başka bir enerji talep etmektedir. Kykeon talep eder, bu karışım arpa-su-nane’den oluşur ve ondan sonra Demeter’in enerjisine atfedilen sembolik içkiye dönüşür. Bu ikram, kutsal bir kap’ta gerçekleşir ve yasa ara verilir. Kutsal kap da daha sonraları başka mitlerde de kullanılan, rahmin, dişil enerjinin, bilgelik kabının sembolü hâline gelir. Demeter saraydaki oğlan çocuğu Demophoon’a bakım görevini ister. Fakat her gece bebeği özel bir şekilde merhemleyerek ateşe atar. Amacı onu ölümsüz kılmaktır. Burada bilgelik ateşinin insanı iç olarak güçlendirdiğine bir sembolik referans vardır. Bu aynı zamanda bizi, Antik Mısır’daki İsis’in oğlu Horus’u bataklıkta büyütmesindekine benzer bir mitik şemayla karşı karşıya bırakır. Bu anneliğin içsel gücünün yumuşaklık ve kendini merhamet gibi gösteren bir sahiplenme zayıflığından gelmediği, bebeği içsel büyümeye doğru “ateşe atmak” “çamurlarda yetiştirmekten” geldiği derin annelik gizemlerine de bir referanstır. Bir gün bunu gören bebeğin annesi, Demeter’in de Tanrıça olduğunu bilmeksizin çocuğuna zarar geldiğini sanarak isyan eder. Demeter’in şu ifadeleri mitin bu aşamasında mabeti kurdurtan güçlü sözleridir:
“Ey siz cahil ölümlüler ve düşüncesizler: teşebbüslerin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilmeyen sizler!” Bundan sonra enerjisini yeryüzünden çekeceğini söyleyerek, kuyu üstüne bir tapınak yapılmasını emreder. Artık insanlık kendi iç cehennemine inerek, kendi çabasıyla bahşedilmeyecek olan bilgeliği kazanmalıdır. Dünyadan yaşamı çeker ve kışı getirir. Ekinler ürün vermez, soğuk tüm dünyayı buza çevirir. Tanrılar bile yasa girer ve hiçbir kurban kabul etmezler. Çok uzun süren kışın büyüsünü, aracı Tanrı, Hermes’in yeraltına girmesi bozar. Hades izin verir ve Hermes yeryüzüne çıkarır Kore’yi. Ancak Yeraltı’na aittir artık Persephone’nin bir yanı, çünkü nar yemiştir yer altında. Bu da yılın altı ayını yeryüzünde, altı ayını yeraltı kraliçesi olarak yer altında geçireceği anlamına gelir. Mevsimlerin döngüsünü dişil doğanın bu ikili yüzü belirler. Her geçişte Hekate ona yol gösterir, yeraltında ona meşalesiyle yoldaşlık eder.